2 Aralık 2012 Pazar

Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği

“Gereklilikten doğan, olmasını beklediğimiz, günbegün yinelenen her şey dilsizdir. Sadece rastlantı bir şeyler söyler bize. Onun diyeceklerini Çingenelerin kahve falı bakması gibi karineyle çıkarırız. […] … Gizemli kesişmelerin büyüsüne kapıldığı için roman[ları] kınamamalı; asıl, gündelik yaşamdaki bu tür kesişmeleri göremediği için insanoğlunu kınamalı. Çünkü böylelikle yaşamını güzelliğin bir boyutundan yoksun bırakmaktadır insanoğlu. 

Kadın, “kaktüs fotoğrafları bile çeksen kendi yaşamını yönlendiriyorsun demektir. Sadece kocan için yaşarsan, kendine ait bir yaşamın olmaz,” dedi. 

Birden tepesi attı Tereza’nın: “Benim yaşamım kocamdır, kaktüsler değil” dedi. 



Kadın olarak doğmaya isyan etmek, bundan gurur duymak kadar aptalca bir şeydi. 

Babasına ihanet etmeye duyduğu özlemi tümüyle doyuramamıştı; komünizm de babadan başka bir şey değildi çünkü, babası kadar sıkı ve kısıtlı baba, ona aşkı da, Picasso’yu da yasaklayan bir baba. 

Komünist ülkelerde hiç sonu gelmeyen, belli başlı toplumsal etkinlik, halkı değerlendirmeye tabi kılmak, hep denetim altında tutmaktı. Bir ressam sergi mi açacak, bir futbolcu milli takıma mı girecek, bitmek bilmeyen tavsiye mektupları, raporlar toplanır, birbirine eklenir, ölçülür biçilir ve özel görevliler tarafından özeti çıkarılırdı. Bu raporların sanatçılık yeteneğiyle, topa iyi vurma becerisiyle ya da deniz havasının hangi hastalıklara iyi geldiğiyle en ufak bir ilgisi yoktu, bunlar yalnız bir tek şeyle ilgiliydi: ‘yurttaşın politik profili’ ile (başka bir deyişle, yurttaşı ne dediğiyle, ne düşündüğüyle, nasıl davrandığıyla, mitinglerde ya da 1 Mayıs törenlerinde davranışlarıyla). 

Peki, ya bütün bu yolların sonu varsa? İnsan ana babasına, kocasına, ülkesine, aşkına ihanet edebilirdi ama, ana baba, koca, ülke ve aşk elden gidince, ihanet edilecek ne kalıyordu geriye? 

Peşine düştüğümüz hedefler hep bir parça sisle örtülüdür. Evliliği özleyen genç kız bilmediği bir şeyi özler. Ün peşinde koşan gencin ün denen şey hakkında en ufak bir fikri yoktur. Attığımız her adıma anlamını veren şey o adım hakkında hiçbir şey bilmememiz gerçeğidir. 

Kant’ın anadilinde gereğince vurgulanarak söylendiğinde “günaydın” sözcüğü bile metafizik bir sav kılığına bürünebilir. Almanca ağır sözcüklerle dolu bir dildir. 

Metaforlar tehlikelidir. Aşk bir metaforla başlar. Yani bu şu demektir, Aşk bir kadının, dilindeki ilk sözcükle şiirsel belleğimize girmesiyle başlar. 

Proletarya diktatörlüğü mü, demokrasi mi? Tüketim toplumunun reddi mi, üretimi arttırma istekleri mi? Giyotin mi, ölüm cezasına hayır mı? Fark etmez. Bir solcuyu solcu yapan şu ya da bu kuram değil, herhangi bir kuramı Büyük Yürüyüş denen kitsch’e yedirebilme yeteneğidir. 

İnsan gezegenin efendisi değil, sadece yöneticisiydi ve sonuçta yalnızca gezegenin yönetiminden sorumluydu. Descartes "önemli" bir adım attı; insanı “maitre et proprietaire de la nature" (doğanın efendisi ve sahibi) yaptı. 

[… ] Bir de şu sahne geliyor insanın gözünün önüne: Turin’deki otelinden çıkan Nietzsche. Bir arabacının atını kırbaçladığını gören Nietzsche atın yanına gidiyor, kollarını hayvanın boynuna doluyor ve gözyaşlarına boğuluyor. [Bir nevi] Nietzsche attan Descartes adına özür diliyordu. Deliliği de (yani insanlıktan son ve kesin kopuşu) at için gözyaşlarına boğulduğu an başladı." 

Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder