24 Aralık 2012 Pazartesi

Orhan Pamuk, İstanbul

Bu ölen kültürün, batan imparatorluğun hüznü her yerdeydi. Batılılaşma çabası, modernleşme isteğinden çok, yıkılan imparatorluktan kalan keder verici, acıklı hatıralarla yüklü eşyalardan kurtulma telaşı gibi gelmiştir bana: Tıpkı birden ölüveren güzel bir sevgilinin yıkıcı anısından kurtulmak için elbiselerinin, takılarının, eşya ve fotoğraflarının telaşla atılması gibi. Yerine güçlü, kuvvetli, yeni bir şey, Batılı ya da yerli, modern bir dünya kurulamadığı için bütün bu çaba daha çok geçmişi unutmaya yaradı; konakların yakılıp yıkılmasına, kültürün basitleştirilip güdükleştirilmesine, ev içlerinin yaşanmamış bir kültürün müzeleri gibi düzenlenmesine yol açtı.

*
Ama boğazı benim için Boğaz yapan şey, gene de hala çocukluğumundakinin aynısı: insana sağlık veren, iyileştiren, şehri ve hayatı ayakta tutan bitmez tükenmez bir iyilik ve iyimserlik kaynağıdır benim için Boğaz. "Hayat o kadar berbat olamaz" diye düşünürüm bazen. "Ne de olsa, sonunda insan Boğaz'da bir yürüyüşe çıkabilir."

*
Aynı, hatta benzer adı taşıyan iki kişinin şahsiyetlerinin de benzediğine, bilmediğim yerli yabancı kelimelerin, harfleri bakımından en yakın bildiğim kelimeyle yakın anlamda olduğuna, gamzeli bir kadının ruhunda ondan önce tanıdığım gamzeli kadının ruhundan bir şeyler olduğuna, şişmanların birbirine benzediğine  yoksullar arasında bilmediğim bir ortaklık olduğuna, Brezilya ile bezelye arasında bir benzerlik olduğuna (Brezilya bayrağında kocaman bir bezelye vardır), bazı Amerikalıların Türkiye ile hindi arasında ilişki olduğuna inanmaları gibi 'dürüstçe' inanırım.

*
Şehre dışarıdan gelen Batılı, çoğu zaman ne bu hüznü ne de melankoliyi hisseder. Sonunda kendini başarıyla öldürecek güçte melankolisi olan Gerard de Nerval bile, İstanbul'da şehrin renkleri, hayatı, şiddeti ve törenleriyle heyecanlanarak eğlenmiş, mezarlıklarda bile kadın kahkahaları işitmiştir.

*

Ahmet Rasim'in Falaka, Gecelerim adlı çocukluk ve okul anılarındaki falaka, daha sonraki yılların ders kitaplarında Cumhuriyet ve Atatürk öncesinde kalmış kötülükler gibi sunulurdu bize. Ama zengin Nişantaşı'ndaki paralı özel Işık Lisesi'nde bile, modernleşme denen yeniliklerin bir kısmının güçsüzlere uygulanan baskının yenileşmesi demek olduğunu; artık falaka ya da değnek yerine, kenarlarına ince ve sert bir mika parçası geçirilmiş Fransız malı cetveller kullanan Osmanlı'dan kalma ihtiyar ve aksi hocalar sezerlerdi sanırım.

*

Annem; radyo, kar fırtınasından yolları kesilmiş uzak köylerden ya da bir depremde yersiz yurtsuz kalan yoksullardan söz ederken, "Allah onlara yardım etsin" derdi. Bu söz bu dileğin karşılanmasından çok, halimiz vaktimiz yerinde olduğu için o an hissettiğimiz geçici suçluluk duygusuyla, zorda olanlara pek bir şey yapamamanın verdiği boşluk duygusunu geçiştirmek için kullanılırdı.

*

Hissettiğim korku, Türk laik burjuvasının hep olduğu gibi Allah'tan korkmak değil, Allah'a fazla inananların öfkesinden korkmaktı.

*

Bir çeşit ilkesizlik, siniklik ya da imkansızlık gibi gözükebilecek inanç boşluğuna Atatürkçü Cumhuriyet'in laik heyecanı görüntüsü verdiği için, bu manevi tembellik gerekli zamanlarda gururla öne çıkarılan bir "idealizm" aleviyle şöyle bir parıldayıp sönerdi.

*

İstanbullu Batılılaşmış, zengin ve laik ailelerde çok sık gördüğüm maneviyat eksikliği, aslında dine boş vermekten çok, sessizliklerde ortaya çıkardı: Matematik, aşk, şefkat, din, hayatın anlamı, kıskançlık, kin gibi temel konularda herkes bir şaşkınlığa ve acıklı bir yalnızlığa gömülür, canları yanıp da bu konularda bir şeyler konuşup iletişim kurmak istediklerinde, tıpkı sağır ve dilsizler gibi, bir kelime bile söylemeden, ellerini ve kollarını çaresizlik ve telaşla oynatırlardı.

*

Aile denen şey, her geçen gün bana, sevildiğine inanmak ve kendini huzurlu, rahat ve güvende hissetmek için herkesin bir süreliğine içindeki cinleri ve şeytanları saklayıp susturarak mutluluk taklidi yaptığı bir kalabalık olarak görünüyordu.

*

Batı tarzı bir hayat İstanbul'da ancak zenginler çevresinde yaşanabileceği ve bu çevreler de bana dayanılmayacak kadar yapmacıklı ve ruhsuz geldiği için yavaş yavaş şehrin arka sokaklarını ve hüzünlü görüntülerini daha çok seviyor, tek başıma geçirdiğim cuma ve cumartesi akşamları buralarda ve sinemalarda kendi kendime oyalanıyordum.

*

Bir süre sonra [...] sokakların ve kaldırımların havası, hepsi kafamda birleşir ve bana hayatta sorduğumuz temel sorulara hiçbir zaman bir cevap bulamayacağımızı, ama onları sormamızın iyi olduğunu, hayatın amacının ve mutluluğunun da bizim onu fark edemediğimiz veya fark etmek istemediğimiz yerlerde olduğunu, ama bütün bu dertler kadar önemli olan bir başka şeyin de, bu dertleri kafanıza takarken ya da hayatta haz ya da derinlik peşinde koşarken arabanın, evin, geminin pencerelerden gördüğümüz görüntüler olduğunu, çünkü hayatın tıpkı müzik, resim ya da hikayeler gibi iniş çıkışlarla biteceğini, ama gözlerimizin önünden akan şehir görüntülerinin, yıllar sonra bile rüyalardan çıkma hatıralar gibi bizimle kalacağını hissettirirdi.

*

İstanbul'da her şeyin bir yenilgiyle yarıda kalmış olması şehri eksik bir yere çevirmiştir. Duvarlardaki ilanların, pek çoğu İngilizce ve Fransızca'dan alınmış dükkan, dergi, şirket adlarının ima ettiği Batılılaşmayı, şehir, konuştuğu kadar yaşamaz hiç. Camilerin, minare kalabalığının, ezanların ve tarihin ima ettiği geleneği de yaşamaz. Her şey yarım, yetersiz ve kusurludur.

*

Bayram günleri öğle yemeğinden sonra likörün ve biranın neşesiyle bütün aile babaannemin dairesinde gülüşürken ya da yağmurlu bir kış günü Robert Kolejli zengin çocuğu arkadaşlarımdan birinin babasının arabasıyla şehirde fır dönerken ya da bahar öğleden sonraları sokaklarda yürürken içimde yükselmeye başlayan değersiz olduğum, hiçbir yere ait olmadığım, demek ki yanlış olduğum, demek ki bu insanlardan uzaklaşıp bir köşeye saklanmam gerektiği yolundaki fikir, hayır, fikirden öte hayvani içgüdü, aynı zamanda, şehrin sunduğu cemaat duygusundan, kardeşlik ve dayanışma havasından, Allah'ın her şeyi gören ve bağışlayan bakışından kaçıp tek başıma kalmak anlamına geldiği için yoğun bir suçluluk duyarım.

*

Bir gün okuduğum kitapları ya da yaptığım resimleri, yapmacıklı bir duruma düşmeden tadını çıkararak konuşacağım insanları tanıyacağımı düşlerdim. Bir gün, kendimi bildiğim bileli yaptığım gibi çükümle veya gövdemin başka yerleriyle oynama zevkini, gizli gizli yasak ve zevkli bir şey yapma heyecanını paylaşacağım güzel bir sevgilim olacağını kurardım.

*

Benim için erken yaşta kullanmaya başladıkları entelektüel kelimesiyle kastedilen "zengin düşmanı özentili kişi" konumundan da rahatsız olduğum için kitaplarımı -Woolf, Freud, Sartre, Mann, Faulkner- keyif için okuduğumu söylediğimde, o zaman satır altlarını niye çizdiğimi sormuşlardı bana.

*

Beyoğlu'nun sokakları, karanlık köşeleri, kaçma isteği ve suçluluk duygularıyla kafamın içindei neon lambaları gibi yanıp sönüyordu. Bazı öfke ve aşırı duyarlık anlarında hissettiğim gibi, şehrin bütün o sevdiğim yarı karanlık, yarı çekici, kirli ve kötücül sokakları içindeki kaçılacak ikinci dünyanın yerini çoktan almışlardı. Annemle o akşam aramızda bir kavga çıkmayacağını, az sonra kapıyı açıp beni teselli edecek sokaklara kaçacağımı ve uzun uzun yürüdükten sonra gece yarısı eve dönüp bu sokakların havasından ve kimyasından bir şeyler çıkarmak için masama oturacağımı biliyordum.

"Ressam olmayacağım," dedim. "Yazar olacağım ben."


Orhan Pamuk, İstanbul: Hatıralar ve Şehir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder