14 Haziran 2013 Cuma

Tahsin Yücel, Kimim Ben?

Okura ulaşmış yapıt tümüyle yazarın değildir artık, bir bakıma aynı yapıt da değildir; doğru ya da yanlış, öznel ya da nesnel, tinsel ya da özdeksel, her türlü yoruma açık olması nedeniyle, çoğu kez yazarının bile usundan geçirmediği anlamlarla yüklü, karmaşık bir alandır.

*
Eleştirel söylemin kendisini esinleyen söylemi aştığı, ondan daha zengin olarak belirdiği olur. Gerard de Nerval’in Sylvie’sini ilk kez okuduğum zaman, güzel, ama oldukça alçakgönüllü, yalın, arı bir yapıt duygusuna varmıştım. Georges Poulet’nin 1938’de bu anlatı üstüne yazdığı –geçenlerde de ‘romantik söylenbilim denemeleri’ne aldığı- hayranlık verici yorumu okuduğum zaman, bambaşka bir boyutta, olağanüstü derinlikte bir yapıt buldum. Ama, bugün bile, bu olağandışı yapıtın Sylvie mi, yoksa Georges Poulet’nin denemesi mi olduğunu kendi kendime sorduğum oluyor.

*
… Dokuzuncu Senfoni gerçekten büyük bir başyapıttır, ama hep Dokuzuncu’yu öne çıkarır da Dokuzuncu’yu da içine alan ve Dokuzuncu’dan da görkemli bir bütün oluşturan öteki yapıtlarını bir yana bırakırsanız, Beerthoven’e de, yapıtına da haksızlık etmiş olursunuz.

*
Bugün çoğu erkeklerin sokağa beşi cekette, üçü ya da dördü pantolonda, ikisi de yelekte olmak üzere, tam on ceple çıkmaları, kış günleri paltolar da giyilince, kişinin üstündeki cep sayısının on beş, on altıyı bulması insana yaşamında ceplerin önemini değil de neyi gösterirdi? [Buna rağmen] hanımların evlerinden çoğu kez cepsiz giysilerle çıkmaları, giysilerindeki çoğu ceplerin de işlevsel olmaktan çok birer süsleme öğesi, gibi görünmesi nasıl ve neyle açıklanırdı?

*
… Şimdi cepleri dolu olanlar yoksul kişiler.

*
“Evlensem de bir oğlum, bir kızım doğsaydı, oğlan komünist, kız oyuncu olsaydı, ne yapardım diye düşünürüm de evlenmediğim için Tanrı’ya şükrederim.” (Abdülhak Şinasi Hisar)

*
Saussure, “önceden kesinleşmiş düşünce yoktur, dilin beliriminden önce hiçbir şey açık değildir” der. […] Dile ilişkin her şey gibi bilinçsizce benimsediğimiz şu çok yaygın kanı: “düşünmeyle konuşmanın özleri nedeniyle birbirinden ayrı oldukları, bildirişim gereği bir araya geldikleri, ama her birinin kendi bağımsız alanı ve olanakları bulunduğu, dilin olanaklarının usumuza düşüncenin anlatımı denilen şey için gerekli kaynakları sunduğu kanısı bundan doğar.” […] “Bu içerik söylendiği zaman ve yalnızca o zaman biçime kavuşur. Yalnızca dilden ve yalnızca dilin içinde biçim alır, her türlü olanaklı anlatımın kalıbı dildir; anlatım dilden ayrılamaz, dili aşamaz.”

Tahsin Yücel, Kimim Ben?

13 Haziran 2013 Perşembe

Herman Melville, Katip Bartleby

Bartleby’nin pasifliği bazen beni kızdırıyordu. Karşı koymasını sağlamak, onu kışkırtmak için alışılmamış bir istek duyuyordum, benimkine yanıt olarak bir öfke kıvılcımıyla parlamasını sağlamak istiyordum. Ama bunun parmaklarıma sabun sürterek ateş yakmaya çalışmaktan farkı yoktu.

*

Doğrusu beni aciz bırakan, hatta iyice gevşek kılan en önemli şey bu olağandışı yumuşaklığıydı.

*
Acıyı görme veya düşünmenin bir noktaya kadar bizi etkilediği çok doğrudur, ayrıca korkunçtur, ama bu noktanın ötesinde etkisini kaybeder. Bunu insan yüreğinin bencilliğine yıkanlar yanılgıya düşmüş olurlar. Duygu, ölçüsüz bir uzvi hastalığa çare bulamama umutsuzluğundan kaynaklanır. Duyarlı biri için, merhametin acı vermesi oldukça sık rastlanan bir olgudur. Acımanın bir yarar sağlamadığı kesinlikle algılandığında, sağduyu ruha bu duyguyu başından kurtulmasını buyurur.

*
İnsanlar kıskançlık uğruna, öfke uğruna, kin uğruna, bencillik uğruna, kutsal kibir uğruna cinayet işlemişlerdir, ama tatlı merhamet uğruna şeytani bir cinayet işleyenini hiç duymadım.

Herman Melville, Katip Bartleby

28 Mayıs 2013 Salı

John Steinbeck, Ay Battı

- Biz tutsak düşmüş bir halkız teğmen, dedi. Yiyeceğimizi aldınız elimizden. Açım. Eğer beni beslersiniz sizi daha çok severim.

- Ne demek istiyorsunuz?

- Sizi iğrendiriyor muyum teğmen? Belki buna çabalıyorum. Fiyatım iki sosistir.

- Böyle konuşamazsınız!

- Sizin ülkenin kızlarına ne oldu teğmen, son savaştan sonra? Bir erkek, bir yumurta ya da bir dilim ekmek karşılığında kızlarınızdan istediğini seçebiliyordu. Beni bedavaya götürmek mi istiyorsunuz teğmen? Yoksa fiyat çok mu yüksek geldi?

- Beni bir an için aldattınız. Ama siz de benden tiksiniyorsunuz öyle değil mi? Belki benden nefret etmezsiniz diye düşünmüştüm.

- Hayır sizden nefret etmiyorum, dedi kadın. Açım ve… nefret ediyorum sizden!

- Neye gereksiniminiz varsa veririm size, ama…

Kadın sözünü kesti:

- Başka bir ad vermek istiyorsunuz buna, öyle değil mi? Orospu densin istemiyorsunuz. Derdiniz bu mu?

- Derdimin ne olduğunu bilmiyorum, öylesine nefret dolu ki sözleriniz.

Molly kahkahayla güldü:

- Aç olmak hoş değil, dedi. İki tane sosis, iki tane güzel, tombul sosis dünyadaki en değerli şey olabilir.

John Steinbeck, Ay Battı

Ahmet Altan, Tehlikeli Masallar

Kız sevgilisinden sıkılmıştı, sesi bunu ele veriyordu. Bir heyecan dalgalanması, bir fısıltı, bir çığlık, akla aykırı tek bir cümle yoktu konuşmasında, düz, sakin, tarafsız ve akla uygun çözümler arayarak söz ediyordu sevgilisinden. Yıllarca sevmiş olduğu birinden sıkılmış olma fikrine henüz kendini alıştıramamıştı. Kadınların çoğu gibi onun da bir erkekten sıkıldığı andan, bu sıkıntıyı kendisine itiraf ettiği an’a kadar epeyce bir zaman geçmesi gerekiyordu.

*

Kadınların şefkat isterken aslında duygusal bir cinayet işlemeye hazırlandıklarını düşünüyordum. Kurbanlarından şefkat istiyorlar, o şefkati görür görmez de onu sevmekten vazgeçiyorlar ve duygusal dünyalarında o erkeği de gömüp bir cinayet daha işlemenin keyfiyle yeni bir kurban aramaya başlıyorlardı… 

*

Kahkahalar içinde ülkenin nasıl battığını konuşuyorduk. Başbakan herkesin ortak alay konusuydu, ülke batıyordu ama batan biz değildik ve gündüzleri ciddi yüzlerle bir şeyler söyleyip geceleyin bir araya gelince içinde bulunduğumuz ülkenin batışıyla dalga geçiyorduk. Kahkahalarımız bu ülkenin sorumluluğuyla aramıza bir duvar örüyor, sorumluluğun ağır yükünden bizi kurtarıyordu. Ülkeyi batıranlar ve batanlar başkalarıydı, biz gülenlerdendik.

Ahmet Altan, Tehlikeli Masallar

15 Mart 2013 Cuma

Gilles Deleuze, Nietzsche Üzerine

Önümüzde düşüncenin yaşamı engellediği, sakatladığı , yola getirdiği; yaşamın ise öcünü almak için düşünceyi deliliğe sürüklediği ve onunla birlikte kaybolduğu örnekler var. 

[Filozof] doğrunun ve aklın gereklerine boyun eğdiğini iddia eder; ama aklın bu gereklerinin altında, sıklıkla, pek de öyle akılcı olmayan kuvvetler, devletler, dinler, gündelik değerler buluruz. Felsefe artık, insanın itaat edişini meşrulaştırmak için bulduğu tüm gerekçelerin sıralanmasından başka bir şey değildir. 

Nihilizm biçim değiştirerek de olsa, hala devam etmektedir. Nihilizm az önce şu anlama geliyordu: Üstün değerler adına yaşamın olumsuzlanması, değerinin azaltılması. Şimdiyse şu anlama geliyor: Bu üstün değerlerin olumsuzlanması, yerine insanca –pek insanca- değerlerin geçişi (ahlak dinin yerine geçer; yararlılık, ilerleme ve tarihin kendisi, tanrısal değerlerin yerini alır). Hiçbir şey değişmemiştir… 

Artık oluş, Varlık’ın, Bir’in karşısına konulmaz, çünkü bu karşıtlıklar da nihilizmin kategorileridirler. 

İsa yumuşaktır, neşelidir, mahkûm etmez, suçluluğa karşı tümüyle ilgisizdir, sadece ölmek ister, ölümü diler. Bu nedenle o, Aziz Pavlus’tan çok daha ileri gitmiştir ve nihilizmin en üst evresini, son İnsanın ya da hatta batmak isteyen İnsanın evresini temsil eder. 

Ne olmuştur öyleyse? Bütün itibariyle var oluşun, ne “amaç”, ne “birlik” ne de “hakikat” kavramı yardımıyla yorumlanabileceği anlaşılınca, var oluşun değersizliği duygusuna ulaşıldı. Bu şekilde hiçbir şeye ulaşılmaz, hiçbir şey yakalanmaz; oluşun çoğulluğu, bütüncül birlikten yoksundur. […] Kısacası, sayelerinde dünyaya bir anlam verdiğimiz, “amaç”, “birlik”, “varlık” kategorilerini, dünyadan geri çekeriz. –ve dünya tüm değerini kaybetmiş görünmektedir (Nietzsche, Güç İstenci).

Gilles Deleuze, Nietzsche Üzerine

14 Mart 2013 Perşembe

Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk

Aynı dili konuşan iki kişi yok. Her sözü, insanın kendisi için söylediğine inanıyorsun. Her söylenen söz, bir biçimde insanın kendi kendini onaylaması... Karşısındakine bir şey anlatmak istese de, gene kendi gerçeğini, bilmişliğini ya da doğru algılayışını kanıtlamak için söylenen sözler. Bir bedenin üzerinde dolaşan her el, kendi bedenini okşamak istercesine dolaşıyor öteki beden üzerinde. 

*
Hiçbir sevginin ardından gidemem. Sevgi inandırıcı değildir.

*
Bomboş var olacağım. Kendi doluluğumun boşluğunda. Ve bir başıma. Ve bağımsız. Ovadaki yalnız ağaç gibi. Yaşlı ve büyük. Ve yalnız. O vadide. Bir yamaçta. Başıma buyrukluğuma hayranım.

*
Hangi yolculuğumun hangi anındayım?

*
Bir ilişkinin başlangıcı, sürekliliği aynı zamanda en derin sınırlandırılması değil mi. Belki ancak ayrılık bir açıklık, bir derinlik kazanmıyor mu?

*
Birisiyle birlikte olmak yalnız olmak demektir.

*
Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiçbir bağdaşan yönüm yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. […] Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle. Okullarınızla. İş yerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsınız, dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, yine aile olduk.

*
Kurumlarınıza uyuyor gibi görünmem, onlara karşı direnmemi ancak böyle sağlayabileceğime inanmamdandır.

*
Çalışan insanların hepsi doğal. Tatil insanlarının hiçbiri, hiçbir yerde dayanılır değil.

*
Acılar olmadan yazılabilir mi? Edebiyat, yaşam ve ölümün sınırlarının artık acıları tutmadığı, tutmaya yeterli olmadığı yerde başlamıyor mu?

*
Her zaman yabancı insanlar bize dostlarımızdan daha çok sunan, veren kişiler. Öyleyse yaşamımızı neden yalnızca yabancılar arasında geçirmiyoruz? Hiçbir beklenti olmadan, hiçbir yük olmadan ya da insanın kendi kendine mutluluk dediği kısa anlardan yoksun. Tüm duyguların en güzeli duygusuzluk, öyle bir duygusuzluk ki, insanın tüm dünyayı ve tüm insanları kucaklayabileceği duygusuzluğun duygusu.

*
Hiçbir kentin Torino kadar intiharı düşündüren, insanı intihara iten bir mimarisi olamaz. Yok. Dağlara kapalı. Po Nehri’ne kapalı. Güneşe kapalı. Gökyüzüne kapalı. Yağmura kapalı. Yıldızlara kapalı. Esintilere kapalı. Her açıklığa ve genişliğe kapalı. Soluklara kapalı. Tüm gökyüzünü örten galeriler gerisinde gizli.

Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk

Tezer Özlü-Ferit Edgü Mektuplaşmaları

Gerçekten içimdeki tüm kuşkuları sildin. Senin gibi bu satırları kim duyar bilmiyorum. Demir duyar… bir-iki de genç homoseksüel var İstanbul’da, onlar duyar… 


[…] Sen Beckett’i çevirdiğinden beri, Hakkari’ye gittiğinden beri, yirmi yaşlarında bilinçlendiğimizden beri o ölülükteyiz. Kafka gibi veremden çatlamamamız, Beckett kadar ölü görünmememiz, Şarklılığımız yüzünden. İç dünyamızın farklı olduğunu sanmıyorum. 

*
Yanlışsız kitap olmaz, bunu bilirim. En yanlışsız kitabımız, Data zamanında, kendi dizdiğimiz Oktay Rifat’ın BİR CİGARA İÇİMİ’dir, onda bile bir virgül yanlışı vardır (Ferit Edgü).

*
Berlin’deki toplantı tam anlamıyla bir felaketti. Bir yanda cahil Türkologlar, bir yanda göçmen yazarlar, bir yanda köylü yazarlar, tarla süreceklerine yazan daha doğrusu yazamayan adamlar. Ne düşündüm biliyor musun, sizin eski Mavi akımı gibi bir grup oluşturmalıyız. Bu gruba: Ferit Edgü, Orhan Duru, Demir Özlü, Leyla Erbil, Tomris Uyar, Nazlı Eray ve Tezer Özlü… girebilir. Herhangi bir toplantıya ya grup olarak katılırız ya da hiç katılmayız.

*
[Zürih’te] her yer cennet. Bu kadar gülün bir arada açtığı, her renk çiçeğin her yerden fışkırdığı hiçbir yer görmedim. Başka kentlere giderken büyük vadilerden, tepelerden geçiliyor. Bu denli yeşil yamaçlar hiç görmedim, durgun göller, iki bin metreden akan sular. Bu kadar çok su hiç görmedim. Sürekli yeşil kalan çayırlar, geniş yeşilleri çayırlarda başlayan büyük ağaçlar, ormanlar, kestane ağaçları, evin hemen beş dakika altındaki Limmat kıyısındaki tertemiz, duşlu, kabinli, çiçekli, kahveli –üstelik bedava- plajlar, üstelik sessiz, Ajda Pekkan’sız, arabesksiz…

*
Yaşam ne kadar uzun…

*
Zaman zaman düşünüyorum da, homoseksüelliğin bugünkü kadar açılamamış olması mı Kafka’ya, Pavese’ye, Walser’e bu denli acı çektirdi diyorum?

*
Ağaçlardan taze ceviz toplamışlardı, taze ceviz istedim. Kurusundan alırsanız, kilo daha çok çeker, dediler, hayır taze istiyorum, dedim. Bu ihtiyarların yalnız adamlar mı ya da akıl hastaları mı olduğunu anlayamadım. Şizofren kadar kibardılar…

*
Benim kitap için Fethi Naci’nin yazdıklarını okudum. Biz neler yazıyoruz, onlar neler yazıyor. Ne gibi bir dil kullanıyorlar. Aramızda uçurumlar var. Ayrıca kitap üzerine tek bir cümle kurmayı başaramamış. Ama kendi sorunu.

*
Bence eleştirmenlerden daha iyi okuyan okuyucular var. Kaç kişiler bilmiyorum (Ferit Edgü).

*
İşte yalnız kalınca var olduğumu hiç algılamıyorum. Kendi kendime yaşamın düşünü görmüş bir ölü gibi geliyorum, örneğin, benim şimdi Güner Sümer’in yanında olmadığımı bana ne anlatıyor ki? Dışarıdaki kar mı? Soğuk mu? Zürih mi? Hayır, hiçbiri değil. Yalnız şu an sana yazmak, yazabilmek, orada olmadığımı bana duyuruyor, bu nedenle de yalnız yatmaktan hiç hoşlanmıyorum, hiçbir gece yalnız yatmak istemiyorum, sabah uyanınca yaşadığıma şaşıyorum.

*
Ben doktorlara gitmediğimden bu yana akılca sağlığıma kavuştum, beni düşünemez duruma getirmişlerdi, şimdi bir kere uğruyorsun, hemen kesecekler… Kendilerini kessinler, beni asla, öleceksem de ne nedenle öldüğümü bile bilmek istemiyorum, taş devri insanı gibi ölmek istiyorum, o da benim seçeneğim.


Tezer Özlü, Tezer Özlü-Ferit Edgü Mektuplaşmaları